in , ,

Çağdaş Sosyoloji Teorileri

Çağdaş Sosyoloji Teorileri

Çağdaş sosyologlar, sosyolojiyi klasik sosyologlardan farklı olarak değerlendirmiş ve bazı noktalarda onlardan ayrılmışlardır. Peki, onları klasik sosyolojiden ayıran özellikleri nelerdir? Gelin bunlara beraber göz atalım.

A. Çağdaş Sosyologları Klasik Sosyologlardan Ayıran Unsurlar

 

Pozitivizm Etkisi

Klasik sosyoloji pozitivizm etkisi altında kalmıştır. Peki, nedir pozitivizm? Pozitivizm, nedenselliktir ve her olayın tek bir nedeni vardır. Klasik dönem sosyologları özellikle Durkheim pozitivist bir sosyologtur. O, toplumun da doğa bilimleri şeklinde incelenebileceğini savunmuştur. Örneğin kar yağıyorsa havanın ısısı eksi derecelerdedir, bunun dışında kar yağması imkânsızdır yani karın yağma nedeni bir tanedir başka nedeni olamaz. Pozitivistler toplumun da bu şekilde incelenebileceğini savunmuşlardır. Fakat çağdaş sosyologlar buna karşı çıkmışlardır. Çünkü insanlar robot değildir, duyguları olan bir öznedir ve bir şeyin tek bir sebebi olmayabilir. Bir insana sert davranırsanız, onu kırarsanız her insan aynı tepkiyi vermez. Birisi sinirlenir, birisi intikam almak ister, bir başkası önemsemez bile. Yani bir olayın tek bir sonucu tek bir nedeni olamaz. Toplum değişmez bir yasaya izin vermez veremez o halde pozitivizm terk edilmelidir.

Beşeri Bilimler İddiası

Çağdaş sosyologlar tüm bilimlerin bir arada incelenmesi gerektiğine inanmaktadır. Onlara göre bilimleri tek tek kapalı kutu gibi incelemek yerine bir bilimi incelerken diğer bilimlerden faydalanmak daha güçlü sonuçlar elde etmemizi sağlar. Örneğin sosyolojiyi tek başına incelemek yerine tarih, psikoloji, siyaset, iktisat gibi diğer bilimlerle desteklenerek araştırma yapılmalıdır. Böylece ne, niçin olmuş, Bunun olmasının altında yatan nedenler neler, soruları da cevap alacağı için daha güvenilir ve daha anlaşılır şekilde araştırmalar yapılabilir.

Çağdaş Sosyoloji Teorileri

Değişen Bakış Açısı

 Çağdaş sosyologlar Weber’in Hermeniotik bakış açısından etkilenmişlerdir. Hermeniotik bakış açısısına göre olaylar olduğu gibi alınmaz hakkında yorum yapılır ve gerçeğe en yakın şekilde ortaya konulur. Örneğin bir araştırma yaparken anket yapmak daha katı bir yöntem iken röportaj yapmak daha yorumsaldır. Birisinde seçenekler seni daraltır, bazen seçeneklerin hiçbiri bize uymamasına rağmen birisini seçmemiz gerekir. Röportajda ise biz her şeyi dilediğimiz şekilde aktarabiliriz. Bu da daha güvenilir bilgiler elde etmemizi sağlar.

Tarihselliğin Önemi

Önceki maddelerde de belirttiğimiz gibi sosyoloji, diğer beşeri bilimlerle beraber bir bütün içinde incelenmeli demiştik. Ama diğer bilimler bir yana özellikle tarih daha çok ön plana çıkmıştır. Çünkü bir olayın meydana gelişinde, tarihsel süreci önemsenmiştir.

Teoriye Dönüş

Klasik sosyologlar toplumun nasıl olması gerektiğine değil nasıl olduğuna yönelirken çağdaş sosyologlar ise ideal toplum üzerinde durmuşlar ve daha iyi bir toplumun nasıl olacağına değinmişlerdir.

Felsefenin Artan Önemi

Klasik dönem sosyologları felsefeyi dışlamışlardır. Çağdaş sosyologlar ise daha iyi bir toplumun nasıl olabileceğini düşünürken sık sık toplum felsefesinden bahsetmişlerdir.

Eleştirel Tavır

Çağdaş sosyologlar her şeyi eleştirmişlerdir. Örneğin Marxist olmalarına rağmen Marx’ ı dahi eleştirmişlerdir.

Georg Lukacs

B. Çağdaş Sosyologlar

 

Georg Lukacs

Lukacs, Marksisttir fakat Marx her şeyi ekonomi temelli açıklarken Lukacs ise her şeyin sadece ekonomiyle açıklanamayacağını aynı zamanda kültürün de çok önemli olduğundan bahseder. Lukacs, bunu yaparken asla ekonominin önemini reddetmemektedir ama ekonomi kadar kültürün de önemli olduğunu savunarak Marx’tan ayrılmıştır. Ona göre bir kültür endüstrisi söz konusudur.

 

Marx, işçi sınıfının kendisini ezen refah sınıfa bir başkaldırıda bulunup devrim yapacağını, pasif bir sınıf olmaktan aktif bir sınıfa geçeceklerinden bahsetmişti fakat tarih sahnesinde böyle bir olay yaşanmadı. Peki, neden yaşanmadı, neden işçi sınıfı kendisine hükmeden üst sınıfın egemenliğinden kendisini kurtarmadı?

 

Kapitalizm insanları sömürüp kendine bağımlı hale getirmiştir. Tarih tekerrürden ibaret hale gelmiştir. Bu kapsamda “kapitalizm öldü, yaşasın yeni kapitalizm” söylemleri kendisini gerçekleştirmiştir. Bunun bir alternatifi yok artık. İnsanlar metalara bağımlı hale geldiği için artık kapitalizmi yıkmak yerine ona daha çok bağımlı hale gelmişlerdir. Bu bağlamda bizler ihtiyaç dışı ürünlere de bağımlı hale gelip kendimizce sahte ihtiyaçlar üretir hale geldik. Örneğin ihtiyacımız yok belki ama yeni çıkmış bir pantolon gördüğümüzde  “Herkeste var demek ki benim de olmalı” diyerek kendimizi o pantolona,  “o pantolon bende var ama yeşili de çok güzelmiş” diyerek renge, derken tüm moda sektörüne kendimizi kaptırmış hallere geldik. Bizler, kapital sektörün içerisinde dolanıp daha çok alma hırsıyla kendimizi kaybetmiş durumlara geldik. İndirimlerle beraber bu köleliğimiz daha da perçinleşerek sürekli bir şeyler almak için yaşar hallere geldik. Örneğin çanta ihtiyacım yokken bir mağazanın reklamını görüyorum 100 TL olan bir çanta 50 TL’ye düşmüş bu durum bizlerde “Aman Yarabbim hemen almalıyım” algısı oluşturuyor. Hatta gerekiyorsa yanımdaki arkadaşımdan borç alıp o çantayı almalıyım hissine düşüyoruz.

 

Lukacs “şeyleşme” kavramından bahsetmektedir. Ona göre toplumsal dünyanın metalaşması bir şeyleşme sürecidir. Burada kişi kendi emeğini belli bir ücret karşılığında satmaktadır. Patronlar bizlere maaşımızı verir ve al bu parayı istediğin gibi harca derler fakat bizlerin o parayla yaşayacağı hayat zaten belli.

 

Aldığımız maaş nasıl bir hayat yaşayacağımızı, nasıl bir sınıf tarafından çevre edineceğimizi belirler. Bizler asgari ücret alırız ama asgari ücretimizin üç katı telefonlar kullanarak “Bakın, aslında ben daha üst bir sınıftayım” imajı vermeye çalışırız. Çünkü yaşadığımız sınıfta olmayı kabul etmek istemeyiz. Bu kapsamda kapitalizm bize hep umut vaat eder. Milli piyango biletleriyle, zengin kız fakir oğlan masallarıyla, başarılı girişimci hareketleriyle bizleri her zaman besler. Başarılı girişimler yok mu? Var ama kaç tane? 2 Tane, 3 tane. Peki, aynı zaman diliminde iflas eden kaç kişi var? Yüzlerce. Kapitalizm, asla bundan bahsetmek istemez. Her zaman “çalış olmuyorsa sebebi sensin. Çünkü daha çalışabilirdin” diyerek kendisindeki o sorumluluğu atmaktadır. Kişinin bir başkasını değil kendisini suçlamasına neden olarak hedef şaşırtmaktadır.

 

Emeğine yabancılaşan, kendine yabancılaşan bu insan bir zaman sonra sisteme de yabancılaşır. Hiçbir şeyden habersiz tek derdi günü kurtarmak haline gelen insanlara dönüşür ve bu insan da böyle bir sisteme kolayca güdümlenir. İnsan bir süre sonra otomatik olarak yaşamaya başlar. Sabah kalk, işe git, akşam gel, yemek ye, yat. Burada bir robotlaşma söz konusu haline gelmektedir ve o aradaki zaman diliminde neler yaşadığımızın farkına bile varmayız. Lukacs tüm bu veriler neticesinde kapitalizmin hayatımızı otomatikleştirdiğini söyler. Bizler nereye giderken ne giyeceğimize dahi karışamayan insanlar haline geliriz. Davete giderken o giyilmez. Kot pantolonla işe gidilmez. O saatte dışarı çıkılmaz… Evet, ama “Neden?” diye sormayız. Yapılmazsa yapılmıyordur, kurcalamaya gerek yoktur. Tüm bu durumlar sonucunda proleterya kültürümüze de nüfuz eder.

 

 Lucacs’ a göre kişi kendisini ne kadar kapitalizme kaptırırsa kaptırsın içinde sosyalist sevdayı her zaman besler. Tüm bunlar sonucunda insan, “Bir dakika yahu bana ne oluyor?” diye sorgulayıp bilince varacaktır ve bu bilinçle beraber sosyalist devrim gerçekleşecektir. (öznenin gücü)

Antonio Gramsci

 

Antonio Gramsci

Gramsci, üstün zekası sayesinde devrinin lideri Mussolini tarafından fark edilmiş ve yaşaması kendisi için tehdit olarak görüldüğü için hapishaneye atılmıştır fakat hapishanede olması onu durduramamış o yine de düşüncelerini “Hapishane defterleri” adlı eserinde toplamıştır.

 

Gramsci, ekonomik yaptırımın insan için kabul edilemez olduğunu savunmuştur. Onun en önemli kavramı “hegemonyadır” ve yaptırım hegemonya ile yapılır. Hegemonya, yönetici kesimin yönetilen kesime kendi ideolojisini kısmen zorla ama büyük ölçüde ikna yoluyla empoze etmesidir. Burada üst sınıf zor kullanmadan ama başka seçenek de sunmadan alt sınıfa -sanki kendilerinin özgür kararıyla verdiği kararmış gibi- kendi düşüncelerini dayatır. Bunu yaparken minimum seviyede zor kullanırken maksimum seviyede ikna yöntemini kullanır. Çünkü ikna olduğunuz bir şeyin savunucusu konumunda olursunuz. Bu tam da üst akılın istediği bir şeydir. Çünkü kendisini hiç yormadan kendisi için gönüllü insanlar diğer tehlike oluşturan insanlarla savaşır. Yani aynı grup içindeki insanlar birbirleriyle uğraşmaktan üst akılla uğraşacak zamanları kalmaz. Üst akıl da bu arada hedeflerini daha kolay ele geçirebilmektedir. Kapitalizm de bizlere zor kullanmamış bunun yerine bizleri ikna etmiştir. Hatta günümüz dünyasında bizler “Hadi beni ikna et de alayım” diye yalvarır konumlarına gelmiş haldeyiz ki sürekli ürün yorumları okuyoruz. İhtiyacımız olmasa bile o yorumlarda kendi kendimizi ikna etmek için nedenler arıyoruz.

 

Gramsci bu düzenin değişmesi için işçilerin topyekûn bir halde hareket etmesi gerektiğini kapitalizmin bu şekilde yıkılacağını savunur. Bir tek kişinin uyanıp diğerlerini de uyandırması gerekir. Böylece kapitalizmi yıkabiliriz. Gramsci’ ye göre her ülkenin koşulları farklı farklıdır. Bu sebeple bu devrim için birbirlerini beklememelidirler. Bazı ülkeler sert bir şekilde kapitalizm yaşarken başka bir ülke daha yumuşak bir kapitalist çizgide olabilir. Bu sebeple herkes kendi devrimini kendisi gerçekleştirmelidir. Bu bir dünya devrimi olamaz. Yine bu devrim, kanla bıçakla değildir. Nasıl ki onlar bizi ikna etti biz de onları ikna etmeliyiz. Burada en büyük görev ise entelektüel insanlara düşmektedir. Çünkü onlar toplum tarafından görüşleri benimsenen insanlardır ve diğer insanları kenetlemesi daha kolaydır.  Bu ikna gerçekleştiğinde devrim de gerçekleşmiş olur.

 

Gramsci, tüm hayatını komünistlere adamışken komünistler tarafından ciddi bir eleştiriye tabii tutulur. “Sen nasıl bir Marxistsin? Marxistler bu kadar yumuşak olmaz. Sen Marxistten çok liberalsin” diyerek özellikle Althusser tarafından eleştiriye uğramıştır.

Louis Althusser

Louis Althusser

Althusser, tarihsel materyalizme sıkı sıkıya bağlıdır ve diğer Marxistleri, marxizmden uzaklaştıkları için eleştirir. Bunu yaparken de sert bir dil kullanmaktan kaçınmaz. Ona göre, en iyi Marxist kendisidir. Bu tavırları yüzünden ileride eleştiriye de maruz bırakılacaktır.

Althusser’e göre sadece ekonomi değil, ekonomiyle beraber siyaset ve ideoloji de temel yapılardır. Bu kavramlar arasında daimi bir üstünlük yoktur. Bazı koşullarda siyaset daha önemlidir, bazı durumlarda ekonomi, bazı durumlarda ise ideoloji bazense hepsi aynı anda da ilişki içerisinde daha önemli olabilmektedir. Bazense bu kavramlar arasında çatışmalar da gerçekleşebilmektedir. Bu çatışmaya örnek olarak vasıflı eleman vasıfsız eleman örneğini verebiliriz. Vasıflı eleman patronun adamlarıdır ve daha fazla hakları olan işçilerken vasıfsız eleman her işi yapan elemandır. İkisi de işçidir ama aralarında bir çatışma vardır. Fakat bu çatışmaların da bir kontrol tarafından (patron gibi) kontrol edilmesi gerekir ki bu çatışmalar büyük savaşlara dönüşmesin.

Althusser’ e göre devlet sadece kapitalizmin çıkarlarına hizmet eder. Yöneticiler devletin emirlerine göre davranır. Mülkiyet ve kazancı korumak için hukuku kullanır. Kitleleri kontrol altına almak için orduyu ve polisi kullanır. Örneğin ben çok zenginim evlerim var arabalarım var ama kendimi işçi sınıfından korumam lazım. Sonuçta ben bunları onları sömürerek aldım. Peki, kendimi nasıl koruyacağım? Devlet eliyle, yasalarla… Çünkü özel mülkiyete girmek suçtur.  Veya okullarda neyi anlatmak isterlerse müfredata onu koyarlar. Örneğin devlet kitaplarında (MEB okul kitaplarında) hiçbir zaman sosyalizm, devrim gibi kavramlar kullanılmaz. Yani yönetici sınıf kapitalizmin emirlerine göre davranır.

Tüm bunların yanında devlet halkın yanında görünür. Onu tutuyormuş imajı verir. Çünkü halkın da güvenini kazanmak zorundadır. Biz devlete güvenmeliyiz ki kendimizi savunmak için örgütlenmeyelim, devrimi gerçekleştirmeyelim.

Polisler, yasalar, gelenekler, okul, medya, aile, din gibi kurumlar devletin ideolojik aygıtlarıdır. Devlet bunlar sayesinde ideolojilerini yayma fırsatına sahip olur. “Hepsi tamam ama aile kapitalizmin sürdürülmesinde ne gibi bir rol oynayabilir?” diyebilirsiniz. Aile, var olan sistemin devamlılığını sağlar ve bizler en ufak bir yolsuzluk yaparsak ilk yaptırımı ailemizden görürüz. (Bize kızarlar, küserler, konuşmazlar, bizi suçlarlar…). Aile sayesinde doğ, okula git, işe gir, evlen, çocuk yap döngüselliği sonucunda sistem devam eder.

Din ise yine toplumları ikna etmek için kullanılan önemli bir kurumdur. (Sadece İslam değil, bütün dinleri kast ediyorum. Ortaçağ da olduğu gibi) Din sayesinde devlet isteklerini din kılıfına bürüyerek halka kabul ettirebilir. Örneğin hiçbir Müslüman adam öldürmez fakat din size bunun bir cihad olduğunu söylediğinde adam öldürmek onur verici hale gelebilir.

Medya ise bizlere kendi fikirlerine dair filmler izleterek onlarla aynı görüşleri savunmamızı isterler. Örneğim çoğunluğun hoşuna gitmeyebilir ama bu bir gerçek ki bizler çocukluğumuzdan beri filmlerde Batı dünyasını kötü karakterlerde görürüz. Hep çalan, işkence eden, arsızlık yapan rollerde görürüz. Aynı şekilde Batı devletleri de bu rolleri kendi filmlerinde biz Türklere vermektedir. Sonuç olarak hiçbir ırk kendisini kötü göstermek istemez. Herkesin iyisi kendisidir. Şunu da belirtmek isterim ki saf iyi veya saf kötü bir ırk da yoktur. Bu sayede medya kendi düşüncesini bu tür algılar yaparak bizlere kabul ettirir.

Althusser’e göre bizlerin devrim yapacağımıza inanmamız bir yanılsamadır. Kapitalizm almış başını yürümüşken daha neyin devriminden söz ediyoruz. Bizler sadece içinde bulunduğumuz sınıfta sorumluluklarımızı yerine getirerek büyük beyinlerin emrinde yaşayan küçük insanlarız ki kapitalizmin bu denli büyümesinden sonra bence de haklı da.

Peki siz olsanız bu sosyologlardan hangisini savunurdunuz, hangisini eleştirirdiniz? Yorumlarınız benim için çok değerli bu sebeple belirtirseniz sevinirim.

 

ZEYNEP KARAKAYA TELLİ

 

(Eserimde 2018-2019 Eğitim- Öğretim yılında Selçuk Üniversitesinde almış olduğum Farabi Eğitiminde Sosyoloji teorileri dersinde tutmuş olduğum notlardan faydalandım)

Zeynep Karakaya Telli’nin kaleme aldığı “Sosyoloji Akımları“nı okudunuz mu?

YouTube: Edebi Alem “Sosyoloji” – “Sosyoloji”

Eseri Beğendiniz mi?

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Enflasyon Nedir?

Entelektüel Ne Demek?