in ,

Bir Dünya Bırakın Yaşanılır Olsun

Bir Dünya Bırakın Yaşanılır Olsun

Bir Dünya Bırakın Yaşanılır Olsun

“Bir dünya bırakın, biz çocuklara, yazalım üstüne sevgili dünya…”  Gökyüzünde süzülen uçurtmalar çocukların sesiyle hatırlattı bu dizeleri bana. Düşündüm ve şöyle bir baktım sevgili dünyaya. Bırakalım, elbette bırakalım da kaçımız farkındayız gerçekleştirdiğimiz dünya soykırımının acaba? Yanlış duymadınız, soykırım dedim, hayvanların, bitkilerin doğanın hatta kendi neslimizin bile soyunu tüketecek azimle çalışıyoruz. Kazanırken kaybeden tek canlıyız, yaparken yıkan, inşa ederken mahveden varlıklarız. Türkülerini güneşe, aya söylemek isteyen çocukların o sevgili dünyasının yüzünü güldürmeyen tarafız, neden mi? Tabi ki bu soruya birçok cevap yazılabilir ama ben şu an bahsetmek istediğim konu ile yanıtlayacağım. İklim.

Bir Dünya Bırakın Yaşanılır Olsun

İklim

Dünden bugüne yaşadığımız iklim değişiklikleri ve günümüze olan yansımaları bizleri gerçekten vahim sonuçlarla yüz yüze bırakmaktadır. O halde gelin size biraz bu konudan bahsedeyim de ne demek istiyorum, daha iyi bir şekilde ifade edebileyim. Öncelikle iklim nedir, bu sorunun cevabını verelim. Halk arasında iklim ve hava durumu kelimelerini muhtemelen duymuşsunuzdur. Bu iki kavram birbiriyle karıştırılıyor olabilir, bu nedenle bu iki kavramın birbirinden farklı olduğunu ifade etmek isterim.

Hava Durumu – İklim 

Hava durumu dediğimiz şey atmosferik koşulların kısa süre içinde oluşturduğu durumdur. İklim ise bu durumun uzun bir zaman içinde nasıl davrandığını inceler. Yani hava koşullarının uzun yıllar boyunca nasıl davrandığını modelleyen bir sistemdir. Bu sistemin içinde okyanus, kara ve buzu içeren bileşenler yer almaktadır. Yani çocukların o sevgili dünyasının yıllar yılı ne durumda olduğunun resmini çizer bize iklim. Bu resmin çizilmesinde elbette birçok neden vardır. Ama biz bu yazımızda bu nedenlerin en etkililerinden birisi olan antropojenik faktörlere yani insan kökenli etkilere dikkat çekeceğiz. Bizim anlatmaya çalışacağımız birçok şeyin temelini 19. yüzyılda biyocoğrafyanın babası diye isimlendirebileceğimiz seyyah bilim adamı Alexander von Humboldt ele almıştır.

Alexander von Humboldt

Adını ilk kez duyanlarınız olabilir ama sizleri tanıştıracağım bu bilim insanı iklim kuşaklarının ( sıcak, ılıman, soğuk) belirlenmesinde bitki coğrafyasının ne denli önemli olduğunu fark edip ayrıca  iklimin dünyamızda oynadığı kritik rolü ve insanın doğayı tahrip edebilme potansiyeline de dikkat çekmiştir. Günde sadece dört saat uyuduğunu belirten Humboldt, dört kıta dolaşıp, otuz altı kitap yayımlayıp yirmi beş bin mektup yazmıştır. Bitkilerin üç kıtadaki dağılımını haritaladıktan sonra farklı enlem ve yüksekliklerde iklim bantları oluşturmak için hava ve suyun hareket etme şekillerini çizmiştir. Pasifik Okyanusu’nda hala Humboldt Akıntısı olarak bilinen akıntıyı takip etmiş ve dünyanın dört bir yanındaki ortalama sıcaklıkları çizelgelemek için izotermler olarak isimlendirdiği şeyi ortaya çıkarmıştır. Yani Humboldt, iklimi anlamak kısmında çok kritik bir öneme sahip kâşif bir bilim insanıdır. İklim değişikliği dünya var olduğundan bu yana dünyanın şekillenmesi ile doğal sebeplerden ötürü birçok kez olsa da asıl tehlike çanları sanayi devrimi ile çalmaya başlamıştır. İnsan elinin doğaya değmesi teknoloji ile güçlenmeye başladıkça ortaya çıkan uyumsuzluk doğayı kızdırmış ve zaman içinde öfkesini giderek arttırmıştır. Atlas dergisi yazarlarından Cemal Tunçdemir’ in Humboldt’u ele aldığı yazısının bir bölümünde tam da o tehlike çanlarının farkına varan Humboldt’ u bakın nasıl ifade ediyor: “Doğa bilimleri tarihin belki de en önemli yolculuğu, 5 Haziran 1799 günü Pizarro adlı geminin Galiçya’dan demir almasıyla başladı. Humboldt ve Paris’te tanışır tanışmaz arkadaş olduğu Fransız botanikçi Aimé Bonpland, yaklaşık bir buçuk ay sonra Venezuela’nın Cumaná limanına ayak basmıştı.

Bir Dünya Bırakın Yaşanılır Olsun

Doğayı Kontrol Duygusu

O günlerde bilim ve teknolojideki ilerlemeler, doğayla ilişkimizi yeniden düzenliyordu. Buharlı motor, paratoner gibi icatlar, doğa korkusunu azaltmış, ‘doğayı kontrol’ duygusunu güçlendirmişti, Aristo’dan beri egemen olan ve insanı doğanın merkezine yerleştiren bakış pekişmişti. Doğanın, teknoloji ve tarımla ehlileştirilebileceği, hatta mükemmelleştirileceği fikri yaygınlaşmıştı. Humboldt ise taban tabana zıt görüşteydi. Ona göre, ‘insan sadece doğanın sistemine uygun hareket etmeli, doğanın kanunlarını öğrenerek, onunla uyumlu olmalıydı.’ ” Alexander Von Humboldt haklı çıkmıştı, günümüzden yaklaşık iki yüz yıl evvel yaşayan ve bilimi gezerek keşfeden bu insanın öngörüsünü bizler bugün apaçık görmekteyiz. Küresel iklim değişikliğinde önemli rol oynaya sera gazları, kentsel nüfusun artması, arazi dönüşümündeki farklılıklar dünyanın dengesini bozmakla beraber yaşamı kolaylaştırmak adına ürettiğimiz çözümlerin yıkıcı sorunları olarak bize dönüş yapmıştır. Yaparken yıkan insan ve dünya soykırımını gerçekleştiren canlılar olarak bizleri tanımlarken tam olarak bunları ifade etmek istemiştim.

Doğanın Dengesini Bozuyoruz

Şöyle ki sanayi devrimi ile beraber enerji kullanımında artış yaşandı. Birincil enerji kaynağı olarak 19. yüzyılda odunlardan elde edilen enerji ön planda iken 20. yüzyıldan itibaren petrol ve doğalgaz yükselişe geçti. Küresel enerji tüketiminin 27 kat artmasının yanı sıra artan dünya nüfusu doğal kaynakları sınırlı hale getirdi. Dünyayı hızla ve düşüncesizce sömürüp tüketen insanoğlunun sanayi devriminden sonra küresel nüfus artışı 7 kat ve kişi başına düşen birincil enerji kullanımında 4 kat artış gerçekleşti. Bu artış kaynakların hızla tükenmesi ile birlikte okyanusların asitlenmesi, statosforik düzeyde ozonda delinmeler, azot ve fosfor dengesindeki değişiklikler, kimyasal kirliliğin ülkelerin ötesine geçmesi, atmosforik olarak yaşanan sorunlar (hava kirliliği vs.) gibi sonuçlar doğurdu. Doğan bu neticeler ise küresel iklimi akli dengesi bozuk ve her an her şeyi yapabilecek birine dönüştürdü, diyebiliriz. Bizler, her şeyin sahibi olduğumuzu zanneden ulu varlıklar gibi davranırken doğanın ayağı altında ezilmeye mahkum birer böcek kadar aciz hale geldiğimizi fark edemedikçe onu daha da çıldırtmaya devam edeceğiz.

Fabrika bacalarından, araba egzozlarından her an çıkan karbondioksit gazı, ormanların yok edilmesi ve dolayısıyla oksijen üretimin azalması, kullanılan deodorant ve parfümler sera gazı etkisini arttırdıkça doğa çaresiz bir yoksunluğa bürünecek. Biz ise onun bu yoksunluğundan varlık türetmeye çalışırken sera gazları ( başta karbondioksit olmak üzere, metan, nitröz oksit ve florlu gazlar – florlu gazlar insan yapımı gazlardır-) dünyanın yaydığı kızılötesi enerjinin uzaya salınmasına engel olarak atmosferde kalmasına neden olurlar. Bu da Dünya’nın atmosferinin bir sera gibi ısınmasına neden olur.  Bahsettiğimiz birincil enerji kaynaklarındaki fosil yakıtlar başta olmak üzere yukarıda sıraladığımız nedenler sonucu ortaya çıkan sera gazlarının oluşturacağı sera etkisi ile buzullar hızla erimeye devam edecek ve kıyı kesimlerinin sular altında kalmasına neden olacak, kıyı kesimlerde toprak kayması artacak, kutupların erimesi ile okyanuslar yükselecek, kuraklık ve çölleşme baş gösterirken kasırgalar ve seller de meydana gelmeye devam edecek,  mevsimlerin dengesi bozulacak, hayvanların göç takvimleri karışıp bazı canlılar yok olma tehlikesi ile karşı karşıya kalacak, sıcaklıklarda artış yaşanacak ve bu artış su kaynaklarının azalması ile beraber büyük çaplı yangınlara neden olacak,  yaşanan iklim değişiklikleri insan sağlığı üzerinde de olumsuzluklara sebep olacak ve insanoğlunun çizdiği bu resimdeki hikâye ise ne yazık ki hiçbirimize yabancı gelmeyecek.

Kızılötesi Enerji

Peki, dünyanın yaydığı kızılötesi enerji nedir, bunun salınımına ortaya çıkan sera etkisi neden engel oluyor, dilerseniz biraz da bu kısımdan bahsedeyim ki anlatmaya çalıştıklarımız daha da netlik kazansın. Öncelikle dünyaya güneşten gelen iki önemli radyasyondan bahsetmek istiyorum. Bunların biri uzun boylu diğeri ise kısa boylu radyasyondur. Kısa boylu radyasyon hem dünyayı ısıtır hem de dünyadaki iklim sistemini korur. Dünyaya güneşten gelen kısa boylu radyasyon enerjisi tekrar uzaya yansıtılmaktadır. Yansıtılan bu enerjiye de uzun boylu radyasyon denir. Buradaki önemli olan şey her zamanki gibi dengedir. Albedo dediğimiz yansıtma gücüne baktığımızda dünyaya gelen radyasyonun nasıl ve hangi ölçekte yansıtıldığını içermektedir. Bu içerikteki denge bozulmadığı takdirde ortamda taşınan enerji olarak bilinen radyasyon dünyamıza zarar vermeden ve iklimin dengesini bozmadan akışta gider ve gelir. Ama gelin görün ki insanoğlunun çabaları sonucu ortaya çıkan sera etkisi ile beton denizinin içinde yüzen yeryüzünde yeşilin, ormanın azalması albedosu yüksek alanlar doğurmuştur. Şöyle ki ormanların albedosu 0.10 civarıdadır yani düşüktür. Düşük albedolu oluşu bizim lehimizedir, çünkü ortamdaki radyasyonun çoğunu emer ve çok azını yansıtır. Ancak giderek yeşilin azaldığı, karbondioksit tarzı sera gazlarının çoğaldığı ortamda kurak ve açık yerler albedosu yüksek alanlar haline gelmiştir. Bu da karbondioksit emisyonunu azaltırken ortamdaki radyasyonu da emecek sahaları yok etmiştir, yüksek miktarda geri yansıtma meydana getirmiştir. Bunun sonucu dünya ısısındaki dengesizlikler ortaya sera etkisinin çıkmasına sebebiyet verirken yukarıda saydığımız olumsuzluklarında bir bir gerçekleşmesi için fırsat yaratmıştır.

Bir Dünya Bırakın Yaşanılır Olsun

Günümüzde yeniden ağaçlandırma çalışmaları yapılsa da bu saydığımız olumsuzluklara sebebiyet veren etkenlerde varlığını sürdürmektedir. Verilere baktığımızda yeniden ağaçlandırma süreci 1-10 yıl arasında gerçekleşirken atmosferdeki karbondioksitin ömrü 50-100 yıl arasındadır. Yani bir yandan yaparken öte taraftan yıkarsak her şey boş bir uğraştan ibaret olur.  Aslında insanoğlunun işine gelmediği zamanlarda sürekli üç maymunu oynaması belki de bu dengesizliklerin başlamasına neden olmuştur. Çünkü geçmişe baktığımızda sadece Humboldt değil bazı iklim bilimcilerinde ön görüleri ve tespitleri uyarı niteliğindedir. Örneğin; 1681’de Edme Mariotte, cam gibi geçirgen yüzeylerin güneş ışınları ve ısı geçişine izin verdiğini bulmuştur. 1760 da Horace Benedict de Saussure heliotermometre ile sera etkisi deneyini yapan ilk kişi olmuştur. 1826 da Joseph Fourier, atmosferin dünyamızın ortalama sıcaklığı üzerindeki etkisi üzerine yapılan görüşlerde bulunmuş ve Fourier, atmosferin sera gazı etkisi olduğunu fark etmiştir. 1891 de John Tyndallise, atmosferdeki su ve CO2 gibi moleküllerin birikimindeki değişimlerin iklim değişikliğine yol açabileceğini saptamıştır. 1896’da Svante Arrhenius, kömüre bağlı sanayileşme ile atmosfere yayılan ve burada biriken karbon gazına dikkat çekmiş ve bunun buzul çağının bitişi olabileceğini tespit etmiştir. 1938’de G.S. Callendar, olağan oranından iki katına çıkmış CO2 oranının, küresel sıcaklıkta ortalama iki derecelik bir artışa neden olabileceğini açıklamış ve fosil yakıt kullanımıyla CO2 artışı arasındaki doğru orantıyı ortaya çıkaran kişi olmuştur. 1958 de İklim değişikliğine yönelik bilimsel çalışmaların başlangıcını tetikleyen Mauna Loa İstasyonu Hawaii’de kurulmuş; Mauna Loa’nın ilk bilim insanlarından Charles David Keeling, istasyonda CO2 birikimlerini kaydetmeye başlamıştır. Günümüze doğru yaklaştıkça ise artık üç maymundan sıyrılmaya çalışanlar görülmeye başlanmıştır. Çünkü 1970’lerden itibaren doğal kaynakların sınırlı olması nedeni ile çevre sorunları ülke sınırlarını aşmıştır. 1972 yılında STOKHOLM KONFERANSINDA küresel çevre sorunlarına dikkat çekilerek küresel işbirliğin ve ortak çabaların olması konusunda harekete geçme kararı alınmıştır.  1987’de BRONDLAND yani SÜRDÜRÜLEBİLİR KALKINMA tanımlanarak çevre sorunlarına çözüm olması için ortaya konulmuştur. 1990’lardan itibaren çok taraflı anlaşmalar yapılmıştır ve 2000’li yıllardan itibaren ise YEŞİL EKONOMİ modeli ortaya çıkmıştır. Yeşil ekonomi, çok taraflı anlaşmaların uygulanarak sürdürülebilir kalkınma ilkelerinin farklı ülkelerde farklı politikalarla aynı amaca hizmet edecek şekilde uygulanmasını içermektedir. Bunun sonucu olarak da yenilenebilir enerji kaynaklarına dikkat çekilerek her alanda çevre dostu projeler teşvik edilip oluşturulmaya çalışılmaktadır. Aslında insanlar bir elleri ile yıktıklarını diğer elleri ile onarmaktadır. Her şeyin özündeki asıl sır dengedir ve o dengeyi bir parça dahi bozmak tıpkı bir kıvılcımın koca bir alanı alev sağanağına bulayacağı gibi bizde doğanın sağanağından nasibimizi aldığımızdan şimdi fabrika ayarlarına geri döndürmeye çalışıyoruz. Gelecekte doğa dostu yapılanmalar söz konusu olacak ama o dostluğun iskelet sisteminde nice yıkımlar, savaşlar ve olumsuzluklar yer alacak. Bir dünya bırakacağız, değil mi? Hem de dost bir dünya!

 

Sibel Gidici 

 

Eseri Beğendiniz mi?

11 Beğeni
Upvote Downvote

2 Yorum

Yorum Gönder
  1. Sizi tebrik ederim!
    Tüm dünyayı ilgilendiren önemli bir soruna dikkat çekerek son derece yararlı bilgiler vermişsiniz.
    Biz insanlar olarak doğayla inatlaşıp ona kafa tuttuğumuz müddetçe yenilmeye mahkûmuz.
    İleri süreçte dünya tarafından bize kesilen reçete daha da acı olacak gibi gözüküyor. Maalesef ki bu konuda bilinçlendiğimizi söylemek mümkün değil.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Toplumsal Öğretiler ve Refah

Roma Hukukundan Günümüze